Isparta Gezisi #2 (Osmanlı evleri, eski sokaklar ve 733 yıllık ağaç)

 




Bugün Isparta’da hava güneşli ve oldukça güzeldi. Kar yağışı dolayısıyla biraz aksayan gezime devam etmem için gayet iyi bir gündü.  Okul çıkışı, çarşıya giden otobüse bindim. Hangi bölgeyi gezeceğimi kafamda az da olsa tasarlamıştım. Önceki gezimde Mertcan’la; Firdevs Bey Bedesten Kapalı Çarşısı’nı, Etnografya Müzesi’ni, Aya Baniya Kilisesi’ni, Cumhuriyet Hamamı’nı gezmiştik. Bugünkü gezimi ise tek başıma yapacaktım. Kafamda tasarladığım bölge, önceki gezimin devamından oluşuyordu. Ana nokta olarak Etnografya Müzesi’ni belirledim. Oradan yola koyulup, gerekirse kaybolmayı düşündüm. İnternetim yoktu, dolayısıyla haritalara istesem de bakamazdım. Çarşının merkezi normalde olduğundan daha kalabalıktı bugün. İndiğim yerden ileriye yönümü değiştirmeden yürüdüm. Gözüm yenilik arayışında, her yanıma bakıyordum. Etnografya Müzesi’ne varana dek, yeni bir yapıya veya olaya rastlamadım.  Aslında, zaten bildiğim yerlerden geçtim. Asıl gezeceğim yerler, bundan sonra ki bölgelerdi.

 

Eski Evler, Sokaklar

 

İsmini bilmediğim, dar ve eski evlerle dolu sokaklara girdim. Gecekondular, Osmanlı mimarisine sahip evler (Çoğu restore edilmiş), evlerden gelen konuşma sesleri, merdivende oturup sigara içenler, sigara içen çocuklar…

Bir şehrin toplumsal yapısını anlamak için en iyi yol, hem fakir kesimin hem de zengin kesimin olduğu bölgeleri gezmektir. Ayrıca bu sokaklarda hiç beklemediğimiz güzellikler ortaya çıkabilmektedir.

İlk girdiğim sokakta, neredeyse çökmeye yaklaşan evler vardı. Ahşapları çürümüş ve dökülmüş, duvarı grafiti dolu evlerin içine baktığımda neler dönmüş olabileceğini tahmin etmek zor olmadı. Küçük bakkallar, kutudan küçük beton evler samimi bir hava taşıyordu. Yine de bu sokaklarda bir isyan, asilik vardı. Duvarlarda yazan yazılar ya kavuşamamakla ilgiliydi ya da adalete, sisteme hakaret içeriği barındırıyordu.

 


Osmanlı mimarisini taşıyan evleri fark ettiğimde, rotamı o taraflara çevirdim. Belki  önemli insanların yaşadığı evlerdi bunlar. Hatta içinde eşyaları bile duruyordur kim bilir? Bir tabela asılıydı evlerin üstünde. ‘’Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Tarafından Restore Edilmiştir.’’   yazıyordu hepsinde. Bu yapıların içinde hiçbir şey yoktu. Belki bir işletme olmayı bekliyorlardı kim bilir? Yarın o evlerin bir tatlıcı veya kafe olduğunu görürsem şaşırmam asla. Birbirine paralel olan bu evlerin arasından geçerken, gözlerim detayları izliyordu. Tam o sırada gözüme bir tabela ilişti. Tabelada ‘’Sanat Evi’’ yazıyordu. Meraklandım, beklemeden kapıyı çaldım. Biraz ısrar etsem de, kapıyı açan olmadı. Arkadan bir teyzenin bana seslendiğini duydum. ‘’Oğlum orada kimse yok. Kapandı orası.’’ dedi. Teşekkür edip, sokakları dolaşmaya koyuldum. Sokakları dolaşırken burnuma kömür kokusu geliyordu. Burada hava başkaydı, ruh başkaydı. Geceleri bu kadar hoş olur muydu? Sanmıyorum. 

 

Gizli Bahçe (Tatlı bir çay bahçesi)

 


 
Hafiften bir müzik sesi geldi kulağıma. Bulunduğum sokağın biraz ilerisinden geliyordu. Yolun çıktığı noktada Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan bir ev vardı. Ben eve yaklaştıkça müziğin sesi artıyordu. Burası bir kafeydi. Bahçe girişinin  köşesinde hoparlör vardı. İşte oradan geliyordu müzik. Türk sanat müziği çalıyordu ve nostalji beni çoğu zaman duygulandırmıştır.

Mekanın ismi ‘’Gizli Bahçe’’ idi. İçerisine girmeye çalışsam da giremedim. Sanırım bugün müsait değillerdi. Ya da içeri müşteri almayacak kadar gizlilerdi?

Yine de bu nostaljik mekana bir gün yolunuz düşerse, uğramadan geçmeyin derim.

 



Anıt Ağacı (733 Yaşında)


Önceki gezimizde de uğradığım Atatürk Parkı’na tekrar geçtim. Bayağı yürüdüğümü, oturunca anladım. Dinlenirken bile gezebileceğim yerleri araştırıyordum. Haritalar, yakınlarımda hiçbir şey göstermiyordu. Biraz daha uzaklara baktığımda, Çınar Caddesi’nde tarihi bir ağaç fark ettim. Çayımı hızlıca yudumlayıp, bir sonraki istikamete doğru yol aldım.

 


Genişliği dört metre, uzunluğu dört katlı bir apartmanla eşdeğer olan bu Çınar Ağacı ‘’Anıt Ağacı’’ olarak geçiyor.
 
,


Tahmini 1291 yılından beri yaşayan, ayakta kalan ağaç yakından bakınca oldukça heybetli duruyor. Bir Doğu Çınarı (
Platanus rientalis) olarak geçen, tarihe şahitlik etmiş bu ağaca dokunmadan gitmek olmazdı. Sizde böyle bir huy var mı, bilmem. Şahsen, müzedeki tarihi eserlere dokunduğum için yetkililer tarafından uyarı aldığımı  hatırlıyorum. Buradan geçen insanlar ağaca dönüp bakmıyordu bile. Doğrusu, buradan dalgın dalgın yürüdüğümde ben de fark etmemiştim. Gözlerim genelde mimari yapılardayken, doğanın bu miraslarını nasıl es geçtim? Belki de yanından geçip gittiğimiz, pek çok değerli bitki türünün farkında değiliz. Egzozun, trafiğin, sokakların, telaşların arasında kaybolurken doğayı görmüyoruz. Keşfedilecek daha çok şey var...
Kendinize iyi bakın,
Bir daha ki gezimde görüşmek üzere! 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Stoacılık Eleştirilerim

Stoacılık Notları

Büyümeyi Reddeden İnsanlar (PUER AETERNUS)