Bu Oyun Yönünüzü Sorgulatır!




Kısaca ''The Stanley Parable''


Yıllardır monoton bir işte, görevi sadece bilgisayar verilerini izleyip, sorgulamadan istenen tuşa basmak olan bir adam, artık veri alamaz ve bu garipliği anlamak için odasından çıkar. Çalıştığı binayı keşfeden sessiz kahramanımız, iş yerinin tamamen terk edildiğini fark eder.


The Stanley Parable, 2011 yılında ilk çıktığında sadece bir ''Half Life 2'' moduydu. Ancak bağımsız bir yapım olarak 2013 senesinde yayınlandı ve bildiğimiz geleneksel oyunlardan çok farklı olması nedeniyle dikkat çekti. Yumruk atamıyoruz, koşamıyoruz, zıplayamıyoruz veya nesnelerle (istisnalar hariç) etkileşime geçemiyoruz. Evet, sadece yürüyoruz. Yalnızca bir oyun olduğunu söylemek yanlış olur. Çünkü bize felsefi bir deneyim de sunuyor.
Verilerin kesilmesiyle odadan belki de ilk kez çıkan Stanley, hikayenin geri kalanını anlatıcıyı dinleyerek veya ona karşı çıkarak getiriyor. Seçimlerimize göre (güncel sürümde) 30 tane farklı son olduğu biliniyor. 

Seçimler yaptığımız ve hikayesinde aktif rol oynadığımız bu interaktif oyun, çeşitli felsefi konuları aslında oldukça başarılı biçimde ele alıyor. 



Özgür İrade Ve Determinizm






İpleri elimize aldık (?) ve hayatının belki de yarısı tuşlara basarak geçen bir adamı, Stanley'i yönlendiriyoruz. Fakat yalnız değiliz. Bize neyi seçeceğimizi söyleyen bir anlatıcımız var. Senaryoya uygun, mutlu bir son için onun dediklerini yapmamızı istiyor. Gerçekten sadece onun dediğini yapsaydık ve mutlu sona ulaşsaydık, 
oyun kapansaydı berbat olurdu herhalde. 
İşte bu yüzden oyun, bize seçim hakkı sunuyor. Ve her seçim, oyunun sonunu belirliyor. 
Anlatıcının uygun bulduğu seçimleri yapmazsak, ya hikaye sıfırlanıyor ya da hikaye tekrardan yazılmaya çalışılıyor. Bazen oyun bozuluyor, bazen ise anlatıcı hiç tepki  vermiyor. Anlatıcıya karşı çıkıp seçtiğimiz seçenekler çoğu zaman hüsranla sonuçlanıyor. Ardından oyun yenileniyor ve kendimizi çalışma odasının önünde buluyoruz. Tüm olası sonuçları deneyimlesek de:

 Zaten önceden yazılmış bir sona çıkıyoruz.



Anlatıcı, basit bir hikaye anlatmaktan öteye gidiyor böylece. O tanrısal bir sembol olarak bizimle dalga geçiyor. Heyecanla ''farklı bir seçim'' yapmayı istiyoruz ama zaten önceden programlanmış bir sonun parçası oluyoruz. Özgürlüğümüz aslında, Jean Paul Sartre'ın da dediği gibi ''mahkumluk'' oluyor. Rastgele seçimlerimizin içinde sıkışıyoruz. Kurtulmak ise ancak oyunu kapatarak mümkün oluyor. 

Oyun bu noktada, gerçek hayata mesaj gönderiyor.

Oyunu kapattıktan sonra, yine oyunun içinde olabilirsin. Yalnız kalmak, kalmamak, sağdaki mahalleye geçmek veya sadece düz yürümek... Ne yaparsan yap, asla seçim yapmaktan uzaklaşamazsın. Çünkü durmak bile başka bir seçimden kaçtığını sanmaktır...



Tuşlara Basmak ve Tuşları Bırakmak








Hayat, kontrol edemediğimiz ve yönlendiremediğimiz pek çok etkenle doludur. Üstelik acıyı ve tatlıyı birebir hissederiz. İstediklerimizi elde etmek için istemediklerimize katlanırız. Tüm bunlar olurken, hiç değilse bizi oyalayacak ve kafamızı dağıtacak aktivitelere sarılırız. Bunlar bize nefes almak için bir alan sağlar. Mesela oyun oynamak bu aktivitelerden birisidir.  Oyunlarda, gerçek hayatta yapamadığımız eylemleri yapabiliriz. Bize verilen görevleri yaparız ve atladığımız her seviyede daha fazla haz alırız. Bir karakter üzerindeki kontrolümüzden memnuniyet duyarız. Hatta daha fazla istediğimizin olması için modlar yükleriz. Gerçek hayatta bize yük olan görevler, yönlendirilmek, makineleşme; bir hikayeye hizmet edince, keyifli gelir gözümüze. Yoksa hikayenin devamını göremeyiz. Fakat ''The Stanley Parable'' bize bir tokat atar. Hikayenin devamını bize dikte eden bir anlatıcıyla, oyun oynarken özgür olduğunu hissetmek isteyen oyuncu arasında gelişir her şey. Normalde bize verilen görevleri, hikayenin devamını görmek için hevesle yapardık. Bu oyunda ise hikayeye uymak sadece bir seçenektir. Gerçek hayatta kendimize bu kadar özgür olduğumuzu kanıtlama derdine pek düşmeyiz. Tabii bir ekranın karşısında, klavyeye basarak cesur olmak ve başkaldırmak kolaydır.

Pekala, bu kesinlikle keyifli. Oyunda bizi gözetleyen, sadece bir yazılım. Gerçekte ise etrafımız gözlerle, algılarla, kameralarla, mikrofonlarla, bilgilerimizi depolayan uygulamalar ve cihazlarla dolu. Dolayısıyla sahte bir özgürlük peşinde koşmak bizi daha az uğraştırır. 

Biz bir ekranın karşısında, Tıpkı Stanley gibi tuşlara basarız. Stanley ise tuşlara basmayı bırakır. O kaçmanın yolunu arar, biz de hayattan kaçmanın yolunu oyunda buluruz. Zevk almak isteriz.  Bu oyunda zevk almanın yolu özgür olduğunu hissetmeye çalışmaktır. Fakat oyun size tuşlara bastığınızı hatırlatır. Ne yapacaksınız? Tek çareniz gerçekten tuşları bırakmak olmalı. Tıpkı Stanley gibi.




Panoptisizm ve Zihin Kontrol Tesisi




Fransız filozof Michael Foucalt, disiplin toplumlarında gözetim aracılığıyla iktidarın nasıl işlediğini, ''Panoptisizm'' kavramıyla açıklar. İktidar, medya ve diğer çeşitli araçlar yoluyla yaydığı algılarla, toplumu zihinsel olarak yönetir. Etrafımızda bir polis, gardiyan olmasa bile kurallara uyma baskısı hissettirir. Zihinsel olarak, iktidarın isteklerine ve talimatlarına esir oluruz. Bu yüzden algıyla yapılır. Yani, insanlar izlenip izlenmediklerini bilmeden davranışlarını sansürler. Kavram, ismini İngiliz filozof Jeremy Bentham'ın tasarladığı bir hapishane modeli olan Panoptikon'dan alır. 



                                                        (Panoptikon)                                                                                     

Ortada gözetim kulesinin bulunduğu, dairesel biçimde tasarlanmış bir hapishanedir Panoptikon. Mantığı oldukça basittir. Kulede bir gözlemci olmasa da, varlığı bir tedirginlik yaratır. Mahkumlar her an izleniyor olabileceklerini düşünüp, kendilerini denetlemek zorunda kalırlar. Her zaman gözetileceklerine inanırlar. 

Şimdi bunların ''The Stanley Parable'' ile ne ilgisi var?

Oyunda Stanley'nin çalıştığı ofisin altında, gizlenmiş bir zihin kontrol tesisi bulunur. Bu tesiste, çalışanların her hareketi ve davranışları izlenilir ve ona göre komutlar verilerek, düşünceleri manipüle edilir. Tasarımı ise yukarıda resmini bıraktığım Panoptikon'u anımsatır. Hatta benzerlik şaşırtıcı derecededir. 



      
Çok benziyor değil mi?


Ve tüm bu numaralara sıkışmış çalışanlar, binayı terk etmiştir. Stanley, odasından çıksa da anlatıcının gözetiminden çıkamaz. Her hareketi, seçimi sürekli olarak gözlemlenir. 

Anlatıcıyı göremeyiz ama o bizim her davranışımızı görür. İşte Panoptisizm burada gizlidir. Biz Stanley'nin seçimlerine hükmettiğimizi sanıyorken, sadece düzenin içinde rol alırız.






Gerilim, Derinlik, Estetik



Oyunun felsefi derinliğini ve tekdüze bir işte çalışan adamın yalnızlığını, orada hissedeceği gerilimi oldukça başarılı biçimde tasarlamışlar. Abartıya kaçmayan, minimal, oynarken düşünmemize alan tanıyan mekanlar görüyoruz. Gözetim altında tutulan, sistemde sıkışmış çalışanların yitirdiği duyguları, ofislerde
hissedebiliyorsunuz. 









Görüyorsunuz ya, tıpkı modern insanın kapana kısılmışlığının dışavurumu gibi değil mi? Bir labirenti andıran ofisler, yalnızlık, sıkışmışlık duygularını ve arayışı anımsatıyor. Oyun kendisine sadık kalıyor ve özgün bir tarz oluşturuyor.



Bunlarla Sınırlı Değil


''The Stanley Parable'' her oynayışımızda farklı felsefi düşüncelere dokunan, mizahi ve gerçekten kendisine has bir oyun. Belki her sonunu ele alacak olsaydım, başlıklarla dolu bir kitap çıkacaktı ortaya. Ancak yazı burada bitiyor,  şimdi sadece tuşlardan elimi çekiyorum ve önüme çıkan kapılardan birine geçiyorum. 
Tıpkı Stanley'nin yaptığı gibi... ya da yapmadığı gibi.







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Stoacılık Eleştirilerim

Stoacılık Notları

Büyümeyi Reddeden İnsanlar (PUER AETERNUS)