Denizli Gezisi #1 (Seyir Tepesi, Üniversite, Müzeler, Kaleiçi Çarşısı)

 





Trenle Yolculuk


Uzun bir zamanın ardından, yeni bir şehir keşfedecek olmanın heyecanını hissediyordum. Karşıma çıkan tüm engelleri aşıp, saat 22.05'te kalkacak olan trene bindim. Yolculuk boyunca, hayalimde olan ''tren yolculuğu'' hissini tam olarak alamasam da, planladığım geziye bir adım daha yaklaşmanın sevinci içerisindeydim. Trenin ışıkları açıktı, dışarısı ise oldukça karanlıktı. Tek gördüğüm, tenha sokakların izini süren sarı ışıklardı. Yolcular epey yorulmuş, uyuyorlardı. Trende gözü açık olan tek ben vardım sanırım. Denizli'ye vardığımda saat 01.30 idi. Kalacağım evin konumu biraz uzaktı. Şans faktörüyle ulaşımı sağladım. Geriye kalan, yarın erken uyanıp Denizli'yi gezmekti. 


Seyir Tepesi




Sabah uyandığımda, günün beyaz bulutlarla örtülmüş olduğunu görsem de motivasyonum düşmedi. İlk istikamet Seyir Tepesi'ydi. Anayoldan yürürken, daha şimdiden tepedeki devasa horoz heykelini görüyorduk. Denizli, geniş bir kentleşme planına sahipti. Bugün rüzgarı da tıpkı büyüklüğü gibiydi. Biraz yağmur serpeliyordu. Bizi Seyir Tepesi'ne götürecek minibüslerin olduğu durağa geldik ve hafif yağmurun altında bekliyorduk.

Tepeye yolculuğumuz sırasında, Denizli'nin tabiat bakımından ne kadar zengin olduğunu gördüm. Pamukkale Üniversitesi'ni geçmiştik. Minibüs diğer yolcuları almak için kapıyı açtığında, saf toprak kokusunu soluyordum. İlk defa yaratılmış gibi yemyeşildi etrafımız. Zirveye çıktıkça rüzgar da şiddetini arttırıyordu. Tepenin neredeyse en ucuna vardığımızda, minibüsün sarsıldığını hissediyorduk. Neden durduğumuzu anlamadığım bu yerden aşağı inerken, daha önce görmediğim taş şekillerine rastladım. Keskin ve geometrik görünen taşlardan gözümü alamıyordum. Minibüs bizi beklemediğim bir yerde indirmişti. Horoz heykelini uzaktan görüyordum. Bilirsiniz ki ''Horoz'', Denizli'nin sembolüdür. Pek çok horoz türüne ev sahipliği yapan Denizli'de horoz heykellerine rastlamak mümkündür. Şimdi kümesleri geziyorduk. 4-5 kümesin sadece ikisi doluydu. Her bir horoz türüne ayrı kümes vardı. Demirkırı türündeki horozla bakıştık ve ne kadar seslensem de hiç hareket etmeden sadece bakıyordu. 




Bulunduğumuz katın aşağısında salıncaklar ve ''Madagaskar'' filminin karakterlerine ait heykeller vardı. En tepemizde ise piknik yapmak isteyenler için onlarca çardak dizilmişti. Her çardağın sarı ışığı vardı. Tüm Denizli'yi en tepeden görsek de, güneşin manzaraya eşlik etmemesi, tablonun ruhunu sadece gri yansıtıyordu.
Az önce bahsettiğim salıncakların ve heykellerin olduğu kata indik. Büyük bir salıncak vardı ve size manzaraya bakarak sallanma imkanı veriyor. Ürkütücü olduğunu da belirtmeliyim. Çünkü salıncak, uçuruma doğru sallanıyordu. Ben de bu anı ölümsüzleştirmek için salıncakta sallandım. Her inişimde ve çıkışımda, özgürlüğün ruhuma üflediğini hissediyordum. Bazen gözlerimi kapatıyor, bazense  sadece gökyüzüne, bulutlara bakıyordum. Bu güzel deneyimin ardından büyük horoz heykelini daha yakından görebildiğimiz bir kafeteryaya oturduk. Denizli manzarasını seyrederken içeceklerimizi içtik ve böylece Seyir Tepesi'ndeki gezimizi sonlandırdık.


Pamukkale Üniversitesi






Seyir tepesinden inip, çarşıya gitmeyi planlıyorduk. Çevremiz, biçimlendirilmiş çamlar, çimler ve büyük bir ormanla çevriliydi. Bazen farklı renklerde çiçeklere denk geliyordum. Aldığım nefes temizdi ve güzel kokuları duyuyordum. Yolu takip ederken, dibimizde üniversitenin kampüsü olduğunu fark ettim. Kampüse giriş yaptık ve yavaşça yürüdük. Antik Yunan Mitolojisine ait tanrı ve tanrıçaların heykelleri, bir göletin etrafında diziliydi. Ormanlık alanın tadını çıkarıyorken, bir anda büyülü bir dünyaya açılıyor gibi görünen, yeşil sarmaşıklar ve çiçeklerle örtülmüş  yol gördük. Ortadan akan suyun üstünde, küçük tahta köprüler vardı. Bu yolda yürürken, çiçeklere bakmaktan etrafımdaki fakülteleri neredeyse hiç fark etmeyecektim. Öyle güzel yapılmıştı ki, Antik Yunan'da bir aşk hikayesinin ortasında olduğunuzu hissedebilirdiniz.  Zaten üniversitenin bazı yerlerine konan fıskiyeler, heykeller, taşlar ''Hierapolis'' ruhunu taşıyordu. 

*Hierapolis: Denizli'nin Antik Yunan'daki ismiydi. Şu anda dahi ayakta kalan Hierapolis Antik kentine ise diğer gezimde gideceğim.


Üniversitenin kütüphanesi büyüktü ve ilgimi çekmişti. İçine girmek istesem de, daha gitmemiz gereken başka yerler vardı. Kampüsten çıktığımızda, bizi çarşıya götürecek olan otobüsü bekledik.


Denizli Çarşısı / Çınar Meydanı







Asıl istikametimiz Atatürk ve Etnografya Müzesi'ydi. Güneş cesaretlenmiş, bulutlar parçalanmıştı. Çarşı, hafta sonuna da denk geldiğimizden, epey kalabalıktı. Küçük şehirlerde daha çok fark ettiğim, insanların birbirine olan merakını burada pek görmedim. Herkes gerçekten meşgul görünüyordu. Eski bir okulun yanından geçerken, üstünde ''Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İlk Mektebi'' yazdığını fark ettim. Sonradan öğrendiğime göre, Atatürk'ün Denizli'ye teşrifinden sonra, bir vefa örneği olarak 1931'de zamanın valisi Halit Aksoy'un gayretleriyle açılmış.

Bir meydana çıkmıştık. Ortada horoz heykeli, yakınımızda da bir park vardı. Dondurma, simit satıcıları tezgahını kurmuştu. Bir bankta uyuya kalmış yaşlı adam, biraz ötesinde kuşlara simitinden bölüp atan bir kadın vardı. Burası ''Çınar Meydanı'' olarak geçiyor. 
Halk arasındaki rivayetlere göre, ismini yıllar önce bu bölgede bulunan ve gövdesinde büyükçe bir delik olan çınar ağacından alıyor.


Atatürk ve Etnografya Müzesi




Nihayet müzeye vardığımızda, kapanış saatinin düşündüğümden daha geç olduğunu öğrendim. Burası, cumhuriyetin ilk yıllarında parti binası olarak kullanılmış ve Ulu Önder Atatürk, 4 Şubat 1931 tarihinde Denizli'ye gelişinde burada bir gece misafir edilmiş. 
Binanın dış yapısı, planı, pencerelerinin formu ve süsleme özellikleri, ''Sakız Üslubu'' olarak tanımlanıyor. 





Bizi karşılayan ilk odalar, etnografik eserler için ayrılmıştı. Üst katında ise Atatürk'e ait eserler sergileniyordu. Geri kalan odalar, konak olarak düzenlenmişti. 

Etnografya kısmında, 20.yy başlarından ve 19.yy sonlarından kalma kıyafetler, takılar, aletler ve silahlar sergileniyordu.






 






Kemerlerin, kolyelerin yapımında gümüş ön plandaydı. Ciddi el emeği ile üretilmişlerdi. O yıllara ve daha eski yıllara ait olan geleneksel kıyafetler, eşyalar, sanatsal üretimler hep ilgi çekici gelmiştir bana. Daha gerçek, doğal, güçlü ve estetik zenginliğe sahip olduklarını düşünüyorum.
Ayrıca müzede gezerken sadece bakıp geçenleri pek anlayamıyorum. Eski silahlara baktığımda, onları kullanan askerleri, mücadeleyi hayal ederim. Neler hissettiklerini anlamak için dalıp giderim.


Atatürk'e ayrılmış kısmı görmek için yukarıya çıktık. Merdivene kırmızı halı serilmişti. Her ayak basışımızda, tahtanın gıcırtısını duyuyordum. En son restorasyon 1999 senesinde yapılmıştı. 
Mustafa Kemal Atatürk'ün kaldığı iki oda ayrılmıştı sadece. Diğer odalar, şehrin o yıllarından kalma kültürel varlıkları canlandırıyordu.
İlk baktığım oda, Atatürk'e ait bir çalışma masasının, gardırobun, masanın, pirinç başlıklı karyolanın olduğu odaydı. 




Aklımdan geçiyordu: ''Kim bilir neler yazdı, düşündü bu odada? Hangi cümleler çıktı ağzından? Keşke dili olsa da konuşsa eşyalar.''
Barok stili çalışma masası, beni yazı yazmaya ve okumaya teşvik ediyordu.



Bu odanın hemen yanında, yatak odası vardı. Çift kişilik, resimde göründüğünden biraz daha kısa bir yatak vardı. Yatağın yanında ahize bulunuyordu. 
Odaların içine ayak basmak yasaktı ve ben, hiç değilse zihnimi odada gezdirmek için düşüncelere daldım.



Denizli Kent Müzesi


Saat Henüz 16.15 idi. Atatürk ve Etnografya Müzesi'ne yürürken, başka bir müze daha dikkatimi çekmişti. Aklımın bir köşesindeydi. Şimdi oraya gitmek kaldı geriye. Yeni yapılmıştı ve güvenlik sistemi sağlamdı. 2024 yılında restore edilmiş, kentin tarihini ve gelişimini farklı alanlarda inceleyen bir müzeydi. 9 ayrı salonu vardı. 





İlki kent tarihiyle ilgiliydi. İlk çağ, Roma ve Bizans dönemleri olarak devam ediyordu. Doğrusu, müzede böyle güzel bir planlama görünce şaşırmıştım. Özellikle Homo Erectus'a ait bir kafatası gördüğümde uzun uzun incelemiştim.





7 Milyon yıl önce yaşayan bir dinozorun çenesi ve dişlerini gördüğümde ise şaşkınlık içindeydim. Bu kadar uzun zaman geçse de üstünden, şimdi karşımda duruyordu. Diğer canlıların fosillerini de inceledim ve 3.salona geçtim. Bu salon kentleşme ve ticaret bakımından kentin gelişimini gösteren tarihi eşyalar, aletler ve heykellerle doluydu.











Sonraki salonda, dokumacılığın gelişimi sergileniyordu. Geleneksel kadın erkek kıyafetlerine ve takılara, efelik kültürü ile ilgili eserlere de yer verilmişti. Salonun sonunda Denizli'nin Çal ilçesinde her yıl düzenlenen koyun atlatma canlandırması bulunuyordu.









Müzenin kapanmasına 20 dakika kaldığı duyuruldu. Oysa ki daha gezeceğim 6 salon daha vardı. Biraz daha hızlandım. 
5.Salona, Tarım ve Sanayi salonuna geçtim. Tarım ile ilgili canlandırmalar, maket ve eserlerle başlayan salonda, arkeolojik kalıntılar da mevcuttur. 

Diğer salon, Milli Mücadele'de Denizli'nin durumunu ve Atatürk'ün Denizli ziyaretini anlatıyor. Bu salonda beni ilk olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün balmumu heykeli karşıladı. Ardından vitrinlerde sergilenen tabanca, silah, süngü, kitap, el yazmalarına baktım. Sararmış, yırtılmış kitap sayfalarını koklamak mümkün olsaydı, durmazdım bile (Evet, eski kitapları koklamak gibi bir takıntım var.) Salonun köşesinde ise bir televizyon, bu televizyonda oynatılan ''Milli Mücadele'' belgeseli vardı. 




Zamanım gittikçe daraldığından, diğer salonlara koyuldum. Neyse ki onlar da oldukça küçüktü. Sıradaki salon ''Denizli Müzik Salonu'' idi. Denizli'nin ünlü sanatçılarına yer verilmiş, Dünya çapında tanınan Hayri Dev, Özay Gölüm ve Talip Özkan'ın tıpkı benzer mankenleri sergileniyordu. 





Yalnızca 8 dakikam kaldı. ''Resim Salonuna''  hızlı adımlarla gittim. Ünlü ressam İbrahim Çallı'nın eserleri ile heykeline önemli ölçüde yer verilmiş bir salondu bu. Denizli'nin diğer ünlü ressamlarının tabloları da sergileniyordu. Milli Mücadele'nin zorlu, kasvetli bir anını gösteren dev resim duruyordu karşımda.






Müzeden çıkmanın telaşıyla, resimleri pek inceleyemedim. Yine de, beklentimin üstünde bir müze gezisiydi.



Kaleiçi Çarşısı / Gezinin Sonu


Müzeden çıktığımda, açlık kendisini göstermeye başladı. Çarşıda yürürken, arkadaşımla beraber ne yiyeceğimize karar vermeye çalışıyorduk. Seçenek boldu ama onun aklında bir yer vardı. Şimdi tam olarak ismini hatırlamıyorum bile. Orada karnımızı doyurduktan sonra Kaleiçi Çarşısı'na ağır adımlarla yürüdük. Havada tatlı bir esinti başlamıştı. İşiyle meşgul bazı esnaflarla göz göze geliyordum. Küçük bir meydandan yürüdük. Gözlerim, bir kalenin surlarına dair izler arıyordu. Ancak çoktan vardığımızı sonradan anlamıştım.





Etrafımızdaki dükkanlar; kuyumculuk, bakırcılık, demircilik gibi geleneksel el sanatları ürünlerinin üretim ve satışını yapıyordu. Gerçekten eski yıllardan kalan giysilerin satıldığını da görüyordum. Çarşıyı gezerken, ağır adımlarımızla beraber günün yorgunluğunu zihnimizde hissetmeye başladık. Biraz daha yürüyüşümüze devam edip, eve döndük...











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Stoacılık Eleştirilerim

Stoacılık Notları

Büyümeyi Reddeden İnsanlar (PUER AETERNUS)