Denizli Gezisi #2 (Pamukkale Travertenleri, Hierapolis Antik Kenti)
PAMUKKALE TRAVERTENLERİ
Otogarda birkaç kişiye sorarak, minibüslerin olduğu katı ve Pamukkale’ye giden minibüsün yerini öğrendim. Fiyatlar düşündüğümden daha uygundu. Yolculuğumuz başladığında, gördüğüm detayları yazmak için not defterimi ve kalemimi hazırda tutuyordum. Zaman zaman manzaralara kendimi kaptırıyor, ne yazacağımı bilmiyordum. Yolculuğum sırasında, bazen yağmur çiseliyordu. Tatlı ve küçük, bahçeli evlerin olduğu köyleri geçiyorduk. Bulutların arasından sızan güneş ışığı, ağaçlara ve evlere canlılık katıyordu. Hiçbir detayı kaçırmak istemiyordum. Kameramı açmamıştım, ancak gözlerim adeta bir kamera gibiydi. Kendimi manzaraya kaptırmışken, travertenler uzakta belirmeye başladı. Tamamen buzdan oluşuyor gibi görünüyordu. Beyaz bulutların altında, bir masalı andırıyordu.
Şoför ‘’Travertenler!’’ diye
duyurdu. Minibüsten indiğimde, hangi yolu takip edeceğimi anlamıyordum. Benimle
inen yolcuya sordum. Bana yolu tarif etti ve bir yere kadar bana eşlik de
edebileceğini söyledi. Çok memnun oldum. O da burada, bir bar işletiyormuş. Sohbet
ederek yürüdük. Nihayetinde travertenleri karşımda görüyordum, gerisi kolaydı…
Yağmurun şiddeti hafifçe artıyordu. Kafamı yukarı kaldırdığımda, bir sürü insanın tepede yürüdüğünü gördüm. Aşağı doğru iniyorlardı sanırım. Turnikeden geçip, derhal bu anı yaşamak için sabırsızlanıyordum. Türünü bilmediğim hoş çiçeklerle kaplı bir yoldan, travertenlerin başlangıç noktasına kadar yürürken, etrafımdaki turistlerin daha çok Asyalılardan oluştuğunu gözlemledim. Zaten yakınlardaki marketlerde, otellerde, restoranlarda sıklıkla Japonca ve Çince dillerine ait yazılar görmek mümkün.
Ayakkabılarımı çıkardım ve bu merak ettiğim dokuya ilk adımımı attım. Tepeden aşağıya doğru akan termal sular, soğuk geliyordu. Henüz yolun başında pek böyle düşünmesem de, ilerleyen süreçte travertenlerde yürümenin pek kolay olmadığı kanısına vardım.
35 derece ile 100 derece arasındaki sıcak su kaynaklarına sahip olduğunu bildiğim bu doğa harikası, aynı zamanda güçlü bir şifa kaynağı. Kalp rahatsızlıklarına, solunum problemlerine iyi geldiği biliniyor. Yabancı ve yerli turistler beraber, bir dağı aşmaya çalışıyor gibi görünüyordu. Çıplak ayaklarla, düşme riskine ve yağmurlu, soğuk havaya rağmen yukarı çıkıyorduk. Dijital dünyadan uzakta, şimdi tamamen doğayla temas ediyorduk. Aşağıda manzarayı süsleyen bir park, çatılı evler ve dükkanlarla kaplı küçük bir alan, dağlarla çevrili büyük bir ova görüyordum. Bulutlar karanlıktan aydınlığa süzülüyordu. Hem huzur verici hem de düşündürücü bir tabloyu andırıyordu...
Termal suların biriktiği kısımlardan dikkatle geçiyordum. Bu yol gerçekten tehlikeli, kayıp düşme riski var. Ayrıca travertenlerin pürüzlü ve sert yapısı, çıplak ayakla yürüdüğünüz için ağrıya sebep olabiliyor. Yine de bu ağrıyı telafi eden sıcak, rahatlatıcı termal sular akıyor. Tabii ben sıcak suyu yolun sonuna doğru hissetmeye başladım. Bu her zaman böyle midir, bilmiyorum.
Hierapolis Antik Kenti
Hangi yönden gideceğime karar vermekte biraz zorlandım. Sonucunda arkeoloji müzesine girdim. İçinde Roma ve Yunan mitolojisine ait olan heykellerin, lahitlerin bulunduğu bir müzeydi burası.
Roma hamamının ısıtma sistemi:
Ölüler diyarının ve yeraltı dünyasının tanrısı Hades'e ait olan bir heykel:
Müzeyi ve etrafını dikkatlice gezdikten sonra, daha geniş bir alana doğru yürüdüm. Turistler için, parayla getir-götür yapan servisler de mevcuttu. Özellikle şu an yürüdüğüm yol, bir yokuştu ve biraz uzundu. Neyse ki hava serindi ve bulutluydu. Devasa boyuttaki Antik tiyatroyu görüyordum. Orada ciddi bir kalabalık vardı. Öncesinde dikkatimi ''Plutonium'' adındaki, antik inanışa göre yeraltı dünyasına- yani ölüler diyarına- açılan geçit çekti. Buradan yükselen gazlar, yaşayan varlıklar için ölümcüldür. Bu nedenle burası ''Cehennem kapısı'' olarak da geçiyordu. Büyük bir Hades heykelinin altında, gazın çıktığı bir mağara vardı. Buraya bırakılan hayvanların, zehirli gazdan dolayı ölmesi, halkta buranın kutsal ve ölümle bağlantılı bir yer olduğu inanışını güçlendirmiş. Pek çok dini törene ve inanışa ev sahipliği yapan bu yerde, kurbanlar da verilirmiş.
Ve Antik tiyatronun yolunu tuttum...
Çok büyük, diğer çoğu antik tiyatrolara kıyasla, günümüze oldukça sağlam bir şekilde varmış. Sadece oraya giden yol biraz yokuş olduğundan dolayı, yürümesi pek kolay sayılmaz.
M.S 3.yy'da Roma imparatoru Septımıus Severus tarafından yapılmış, Hierapolis Antik Kenti'nin simgelerinden birisi olmuştur. Yapımı 150 yıl sürmüş, 1800 yıllık bir tiyatro...
Turistlerin de en yoğun ilgiyi gösterdiği yapı burasıydı. Başta da fark ettiğim gibi, turistlerin çoğunluğu Asyalı'lardan oluşuyordu.
Fotoğraf çekebilmek için basamaklardan dikkatlice aşağı indim. Yanımda güzel bir içeceğin olmasını ve bu güzel manzaranın tadını çıkarmayı çok isterdim. -Sanırım bunun için olsa gerek, tam tiyatronun yanında, dondurma ve içecek satışı yapılıyordu. Fiyatları ise pahalıydı. Almaya olan hevesim, yine aynı düzeyde değildi.-
Sahneyi incelediğimde, sütunların arasındaki heykellere dikkat kesildim. Sahne arkasındaki duvarlarda ise mermer kabartmalar yer alıyordu. Tiyatroda yer alan kabartmalı frizlerde; Apollon ve Artemis’ in doğuşu ve dini ayin sahneleri, Dionysos, Satyr ve Menad’ lardan oluşan eğlence sahneleri, Marsyas ve Apollon arasında geçen müzik yarışması, tanrılar ile devler arasındaki (Giganthomachi) savaşlar, yer altı tanrısı Hades’ in tanrıça Persephone’ yi yer altına kaçırması gibi mitolojik konular ile Hierapolis Kenti için yapılan sportif yarış sahneleri, arşitravın kral kapısı üstünde İmparator Septimus Severus’ un taç giyme merasimi tasvir edilmiş.
Basamaklardan birisinde oturmuş, hem manzaranın hem de serin ve temiz havanın tadını çıkarıyordum. Yeterince dinlendikten sonra, Antik Tiyatro'dan çıkıp, bir çılgınlık yapmaya karar verdim.
Hiçbir turistin gitmediği yoldan gidip, biraz uzaktaki antik yapıları görmek istedim. Açıkçası oraya neden turistlerin gitmediğini anlamamıştım. Bu bir yandan içimdeki adrenalini arttırıyordu ve bunu seviyordum.
Sararmış bitkilerin arasından geçtim. Küçük ve hasarı diğer yapılara kıyasla daha fazla olan bir kiliseye gittim. Burası terk edilmiş gibiydi. Köpeklerin havlama sesi geliyordu ve sanırım pek uzağımda değillerdi. Onlardan bir tanesini gördüm ve dimdik durmuş, sadece bana odaklanmıştı. Evet, biraz daha ilerlemenin pek mantıklı olmadığına karar verdim ve kentin merkezine indim.
Başta takip ettiğim yolun aksi yönünde yürürken, depremlerden dolayı bayağı zarar görmüş bir kestirme yol dikkatimi çekti. Bu yolun etrafı çimenlerden oluşuyordu. Tamamen sakindi, kimse yoktu. Genelde turistlerin takip ettiği yol, muhtemelen sonradan yapılmıştı. Bu gittiğim yol ise yarıda kesiliyordu ve yine de uzundu. Gözlerim manzarayla, tenim tatlı esintiyle rahatlıyorken, bir müziğe ihtiyacım vardı. Şu meşhur 2000 yapımı, Oscar ödüllü ''Gladiator'' filminin ''Now We Are Free'' parçasını açtım. Yol bittikten sonra, kendimi doğanın ortasında buldum. Etrafımda hiç kimse yoktu. Sadece ben vardım, kuş sesleri ve günbatımının hafif ışığı...
Daha ileriye gitmedim ve ilk gördüğüm tarihi yapıya yöneldim.
Büyük bir giriş kapısı vardı. Turistler önünde fotoğraf çekiliyordu.
Girişin hemen yanında, geniş ve oldukça büyük bir kule yer alıyordu. İçine merakla girsem de, tek gördüğüm boşluktu. Küçük taşlarla dolu zemin ve kulenin duvarları dışında hiçbir şey yoktu burada.
Kuleden çıktığımda, kendimi bir Roma caddesinde bulduğumu düşündüm. Solumda ve sağımda güçlü bir depremin izlerini taşıyan sütunlar ve duvarlar vardı. Bu sütunlar duvarların önüne dizilmişti ve sütunların altından bir kanal geçiyordu. Sonradan öğrendim ki, M.S 1 yüzyılda yapılan bu yapının adı ''Latrina'' diye geçiyormuş. Amacı ise insanların tuvalet ihtiyaçlarını karşılamakmış. İç duvarları boyunca uzanan oturak taşları vardı; bu taşların ortasında küçük delikler, altlarında ise atıkların akıtıldığı kanalizasyon sistemi yer alıyordu. Yani bir umumi tuvalet diyeceğimiz bu yapı, gerçekten akıllıca düşünülmüş.


Yorumlar
Yorum Gönder